MEHMET ÖZDEMİR

1980 yılı… Pülümür Çakırkaya (Panciras) köyü… Köyde elektrik ve telefon yok. Gaz ve idare lambalarının ışığında aydınlandığımız günler… Uzun kış geceleri bitmek bilmez. Kış, kar demektir. Aralık’la birlikte her yeri kar kaplar. Kar, toprak damlı evlerde uzun süren ‘karantina’dır.  

Köyde kış (Fotoğraf: İsmail Ateş)

Kış yalnızlık mevsimidir. Sessizliktir kış. Evi köyün  uzağında olanlar için tanımlanması güç bir sessizlik. Evimiz köyün dışında. Sadece bizim evimiz mi? Cemal (Bulut) Dedenin MezrasıHoca Hüseyin (Tosun) Kur Mezrası, Baba Ali Yıldız Pirler Mezrası (Bone Piru) da köye uzak.

Yalnızlık ve sessizliğin hüküm sürdüğü günlerde havlayan köpeklerle umutlanıyoruz. Belki az sonra kapımız çalacak  misafiri haber veriyordur. Kulağımız pilli radyoda… Ne çabuk biterdi piller… Haftada bir değiştirdiğimiz olurdu. Altın Seri  mi, yoksa Kivi miydi piller? Altın Seri ‘çelik’ piller daha  dayanıklıydı.  

Pülümür Çakırkaya (Panciras) köyü (Veli ve Elif Özdemir’den geriye kalan hüzün)

Kar yağıyor. Birkaç günden beri aralıksız kar yağıyor. Yağış bir dursa da toprak damlı evimizin karını temizlesem,  diyorum. Şubat ayının son günleri ya da Mart başıydı. Sabah erken kalkıyorum. Kar yağışı kesilmiş, hava açık. Önceki günün aksine güneş öyle ışıldıyor ki,  kardan yansıyan parıltılardan gözlerim kamaşıyor. Gökyüzüne kaldırıyorum başımı… Gök masmavi.  Zimek Dağı, bütün haşmetiyle karşımda duruyor. Dağın zirvesi karla kaplı. Küçük bir bostan kadar yer kaplayan bulut  kümesi Zimek’i selamlıyor.

Mehmet Özdemir ve Kenan Pınar (Baba ocağında yürek sızısı)

Sonra gözlerimi köye yöneltiyorum, kar beyazı ile örtülmüş güzel köyüm. Gökyüzü ne kadar maviyse, yeryüzü o kadar beyaz. Bütün kış mevsimi, yağışlı günleri saymazsak, iki renklidir dünyamız. Masmavi gök, beyaz, bembeyaz kar. Bir nevi renk körü oluruz bu mevsimde. Havayı soluyorum, temiz havayı. O kadar temiz ki, nefes almaya kıyamıyorum. Birkaç defa derin nefes alıyorum. Soğuk ve temiz hava ciğerimi kesiyor âdeta.

Veli Özdemir’in yıllara direnen duvarı

Küreği alıyorum. İki katlı evimizin batı cephesinden ev damına çıkıyorum usulca. Bir kaç kürek sallıyorum. Çok uzun sürmüyor, yorulduğumu hissediyorum. Kürek mi çok ağır, yoksa  sabah tembelliği mi? Her ikisi de değil, sulu sepken yağan kar çok ağır olur. Küreği  kaldırdığımda sanki suyun içinden kar çıkarıyormuşum gibi geliyor. Kahvaltıya kadar yarılayayım bari, diyorum içimden. Güneş biraz daha yükselirse kar iyice erir, toprak dam damlamaya başlar. Sabahın o ilk enerjisi ile epey bir yer küremişim.

Küreğime yaslanıp, biraz dinleniyorum. Gözlerimle köyü şöyle bir yokluyorum.

Veli-Elif Özdemir çifti çocukları Mehmet, Ercan ve Kemal Özdemir’le

Bacalardan yükselen duman, kara gömülmüş evleri ayırt etmemi sağlıyor. Bacalarından ince ince duman tütmese evlerin yerini kestirmek zor gibi. Çok kar yağmış, bir de damlardan temizlenen kar yükselmiş, evler görünmez olmuş. Köy sessiz, hemen herkes damların üzerinden, benim gibi, kar temizlemekle meşgul. Gözüme ilk ilişen Veli amcanın (Çevik) evi. Sonra dürbün gibi tarıyorum köyü. Mala Çaku (Çaktı), sağda Erdoğanlar, Paşa Yıldız,  sola doğru Mala Mıleku (Tosunlar)’lar, Mala Çezko (Özkan’lar) birlikte Kemal eniştenin (Ay) evi…

Kemal Ay (Panciras’ın sevinç kaynağı, tükenmek bilmeyen enerjisi)

Mala Mıleku’da hareket hâlindeki odun yüklü iki kızak durağan köye can veriyor.

Öylece seyrediyorum.

O sırada sanki herkesle konuşmuş kadar oluyorum.

Köy sessiz… Arada bir uğultular geliyor kulağıma.  Kemal eniştenin sesi gür, uzaktan duyulur. Zaten bu yüzden köyde herhangi bir duyuru olsa ona havale edilirdi. Onun sesi neredeyse köyün her tarafından duyulur. Kış günü yapılan duyurular, pek hayra alamet sayılmaz. Kış günlerinde genellikle köyde doktora gitmesi gereken ağır bir hastayla ilgili duyuru yapılır. Tedirgin olur insan. Duyuru, bir nevi tebligat sayılır.  Hemen harekete geçilir. Kızak hazırlanır ve kısa zamanda yola revan olunur. 

Soldan sağa Sevgili Özdemir, Ali Ekber Özdemir, Çiğdem Özdemir, Ercan Özdemir, Veli Özdemir -ayakta- (Panciras’tan yansıyan mutluluk)

Henüz işimin başındayım. Bir süre daha kar atmaya devam ediyorum. Evden birinin, kahvaltı hazır, gelin,  demesini bekliyorum. 

Evde herkesin başka bir işi var. İş bölümü yapılmış. Yatakları toplama, ev ve ahırın temizliği, kahvaltı hazırlama, hayvanların tımarı ve beslenmesi,  sabah evde sobayı yakma vs. İşlerin bir kısmı yapıldıktan sonra kahvaltıda buluşulur. Yavaş yavaş yorgunluğum artmış, acıkmaya başlamıştım. Eh nihayet, kahvaltı hazır,  diye bir ses duyuyorum. .

Tam zamanında ev halkı ile cümbür cemaat kahvaltıda buluşuyoruz. Soba yakılmış, içerisi bir güzel ısınmış. Sobanın üzerinde nar gibi kızarmış ekmek, mis gibi kokuyor. Babam hazır, kardeşlerim sırasıyla Ahmet, Sevgili, Ercan, Kemal ve en küçüğümüz Çiğdem. Her zaman olduğu  gibi, annem yine yok. Onun işleri hiç bitmez, hele siz yiyin, ben sonra gelirim, der.  Ahmet ile Ercan hayvanlarla ilgili kısa bir kritik yapıyor. Babam, sobalık odun az kaldı, diyor. Sevgili ev işlerinden yorulmuş, Kemal henüz küçük, bir tasası yok. Herkes kahvaltı sonrası yapacağı işleri düşünüyor olsa gerek, çok fazla konuşmuyor. Kahvaltımızı yaptıktan sonra çaylarımızı keyifle yudumlamaya devam ediyoruz. Dışarıda işi olanlar sofradan erken kalkıyor.

Ben kalan karları biran önce temizlemek üzere damın başındayım. İşe koyulmadan köyü bir daha yokluyorum. Evin hemen önünde bir karga ötüyor. Karşı mahallede  köpek havlıyor. Kargayla köpeğin sesi birbirine karışıyor. Hayvanlarını evlerin önünde yemleyenler, yavaş yavaş sulamaya götürenler ilişiyor gözüme. Evleri çatılı olanları düşündüm, kar atma derdi olmayanları… Abbas Usta, Mehmet Özkan, Paşa Yıldız  ve  bir kaç kişinin evi çatılıydı.  Keşke bizim de evimiz çatılı olabilseydi,  diye geçiriyorum içimden. 

Veli Özdemir, oğlu Ercan Özdemir’le

Yükselen güneşle birlikte karlar erimeye başlamış, evin içine damlamaya başlamış bile. Hemen hızlanıyorum. Kar öyle ağırlaşmış ki, bir süre sonra belime ağrılar giriyor. Babam ile Ercan biraz sonra biz de yardıma geliriz, diyorlar. Epey bir süre işime dalmışım. Damın üzerinde kalan bir kaç küreklik karı temizledikten sonra  loğlamaya başlayacağım.

Biraz soluklanıyorum yine. Hava dingin, yaprak kımıldamıyor âdeta. Güneş iyiden iyiye ısıtmaya başladı. Birdenbire yanı başımda bir fırtına kopuyor. Başımı köye çeviriyorum, karşıda hiç bir kıpırtı yok. Ensemde sert bir rüzgar ve hemen arkasından bir toz bulutu. Neye uğradığımı şaşırıyorum. Bu bir kaç saniye içerisinde sendeleyip damdan yere savruluyorum. Karın içerisinde bir kaç saniye debeleniyorum. Ardından toparlanıyorum. Ne olduğunu anlamaya çalışıyorum. Toz bulutu biraz dağılınca evimize çığ düştüğünü ancak anlayabiliyorum.

Zimek Dağı

Bağırış çağırış  içinde evin önünde yemlenen keçilerin çığa kapıldığını fark ediyorum.  Hepimiz seferber oluyoruz. Ellerimizle, küreklerle hayvanları kurtarmaya çabalıyoruz. Hayvanlar tehlikeyi sezmiş olmalı ki hepsi ahıra doğru kaçmaya başlamış. Birkaç tanesi yetişemeyince kısmen kar altında kalmış. Kurtardıklarımızla beraber Ahmet bir çırpıda saymaya başlıyor: 21, 22, 23… Biri yok! Ahmet, kayıp keçiyi  hemen fark ediyor:

“Fındık yok!”

Fındık, keçilerimizin en güzeli, en verimlisi, en kıdemlisi ve en irisi…  Ağılımızda,   varlığını 6-7 kuşak sürdürmeyi başaran ender keçilerin soyundan geliyor.  Ahmet eliyle işaret ediyor, tam şuradaydı,  hatırlıyorum, en yukarıdaydı,  diyor. Çığ, önce evin batı cephesindeki duvara çarpmış. Kar kütlesi, duvar dibini ve evin ön kısmının büyük bölümünü doldurmuş.  Çığdan arta kalan kar aşağıdaki tarlalara kadar akmış.

Ahmet’in işaret ettiği duvarın dibine koşuyoruz.  

Ahmet Özdemir, yaprak taşırken (Köyde gerginlikten uzak, mutlu bir yaşam) Fotoğraf: Hasan Pınar

Kar en çok orada kümelenmiş.

Büyük bir telaş içinde ellerimizle, kürekle eşmeye başlıyoruz.  Kimseden çıt çıkmıyor. Nefes almıyor gibiyiz.  Hepimizin aklına, Fındık’ın, 1977 kışında çığ altında kalan annesi geliyor. Ahmet birden bağırmaya başlıyor:

-Burada! Burada!

Kürekleri bırakıp,  karı,  ellerimizle eşiyoruz. Kaç dakika geçti, bilmiyorum, Fındık’ın gövdesine ulaşıyoruz. Acaba sağ mı,  diye içten içe eriyoruz. Ahmet bir taraftan uğraşırken bir taraftan da, “Toz bulutundan önce gördüm, hepsinden önce o kaçtı. Nasıl olur?” diye inliyor sanki. Fındık kaçarken, yukarıda duvarın dibine yakın olduğu için, çığın ve rüzgarın şiddeti ile duvara çarpmış, sersemleyip duvarın dibine yığılmış.

Var gücümüzle karı temizliyoruz. Fındık, duvarla kütüğün arasına sıkışmış.  Fındık’ı bulunduğu yerden çıkarıyoruz. Nefesini yüzümüzde hissedince sevinç çığlıkları atıyoruz. Fındık, sersemlemiş hâlde bir süre öylece kalakalıyor. Sonra silkiniyor Fındık, üzerindeki karı temizliyor.  Fındık ahıra doğru koşarak gözden kayboluyor.

Sarılıyoruz birbirimize… Varsın üstümüz başımız ıslansın, ellerimiz üşüsün,  kulak memelerimiz kızarsın… Gislaved lastikleri içindeki ıslak yün çoraplarımızı yardımlaşarak çıkarıyoruz. Toprak damlı evden masmavi gökyüzüne yükselen duman, Fındık’ın onuruna verilen ziyafeti müjdeliyor.

Özdemir ailesi çeşme başında

3 thoughts on “ÇAKIRKAYA (PANCİRAS) KÖYÜNDE ÇIĞA KAPILAN FINDIK

  1. Yetdom coğrafya sinda herkedin hayati bi roman bi dizi filim kadar hareletli gecmistir bir dokundan bin ah isitirsin

  2. Yıllar öncesi ( 80 li yılların ortası) arkadaşım Mehmet ile Çakırkaya köyününe gidip Veli Amca ile Elif Teyzenin sıcacık yuvasına misafir olmuştum.Köyde kaldığımız bir kaç gün, ailenin birbirine olan sevgisi, konukseverliği, köyün dayanışması ve doğal güzelliği ile benim için unutulmazdı.
    Selam olsun Özdemir ailesine, Doğusandan Müslim’e Çakıkaya köyüne.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir