

YILMAZ FIRAT
(Emekli Orman İşletme Şefi-Orman Mühendisi)
YAZ GÜNÜ ZATÜRRE OLUYORUM
1975 yazı, Kırmızıköprü’de babamın bakkalında çalışıyorum. Temmuz ayı, hava cayır cayır yanıyor. Akranlarım ellerini kollarını sallaya sallaya sokakta koşturuyor: Top oynayan mı dersin, bilye peşinde olan mı, bisiklete binen mi… Hele bir de suya girip serinleyenler! Ben mi? Bakkalda bütün gün pinekleyip duruyorum. İçim sıkıntıdan patlayacak. İçimden diyorum ki: “Kaçıp suya girsem mi acaba?” Ama tek başıma gitmeye cesaret edemiyorum.

Öğleden sonra, akşama doğru, amcaoğlum Hasan (biz ona Hese Gomi deriz) uğradı bakkala. Fırsat bu fırsat, hemen atıldım:
— Hadi yüzmeye gidelim!
Hasan açlıktan kıvranıyor, “Önce eve gidip bir şeyler yiyeceğim,” dedi. Ben de bir paket bisküviyle kandırıverdim. Ben on, Hasan on üç yaşında.

Toparlandık, Salördek Çayı’nın kenarındaki gölete gittik. O yaşlarda çocuklar yaz günü iç çamaşırı falan da giymezdi. Soyunduk, atladık suya. Ne şamata! Hopluyoruz, zıplıyoruz, suyu birbirimizin üstüne sıçratıyoruz. Güneş iyice alçalmış, neredeyse gölgemiz düşecek.
Birden fark ettim: Göletin kenarında iki genç kız oturmuş, bizi izliyorlar. Şöyle bir bakınca tanıdım hemen. Biri başçavuşun kızı, öbürü de başka bir memurun kızı. İkisi de ellerini çenelerine dayamış, surat poker gibi. Ne gülüyorlar ne somurtuyorlar, öylece bakıyorlar. Ne zamandan beri oradalar, vallahi fark etmedik bile!

Hemen Hasan’a dürttüm. İkimiz de paniğe kapılıp suya oturduk. Ama ne oturuş! Su akıntılı, bizi timsah gibi sağa sola çeviriyor. Önümüzü kapatsak arkamız açılıyor, arkamızı saklasak önümüz meydanda. Su resmen bizimle eğleniyor. Sıkışıp kaldık göletin ortasında. Ne çıkabiliyoruz ne hareket edebiliyoruz. Bir yandan utanıyoruz, bir yandan donuyoruz. Çocukluk işte, mahcubiyetten çıkamadık bir türlü.

Bir süre sonra fark ettim ki çenem zangır zangır titriyor. Islak saçım alnımda buz kesmiş. Hasan’ın durumu daha da fena: Gözler kan çanağı gibi, dudaklar mosmor. Resmen donuyoruz!

Neyse ki kızlar kalkıp gittiler de nihayet kıyafetlerimize koşturduk. Apar topar giyindik, biraz ısınıp evin yolunu tuttuk. O gece kan ter içinde uyandım. Titriyorum, ateşim fırlamış. Annem başıma üşüştü. Babamla birlikte doğru Erzincan’a, doktora gittik. Teşhis: Zatürre başlangıcı!

Üç gün komalık yattım evde. Dördüncü gün toparlanıp bakkala geri döndüm. Ama ne göreyim? Babam bakkalı üç gündür açmamış. Taptaze üzümler, domatesler, kayısılar, erikler, kirazlar, şeftaliler çürümüş, sinekler bayram ediyor. Hesabı sorarsan, zarar büyük!
Anlayacağın, o firar bana çok pahalıya patladı.

Hâlâ sorarlar, “Nasıl oldu da hastalandın?” diye… Doktora bile söyleyemedim ki: “Doktor Bey, gölette sıkışıp kaldık da oradan böyle olduk,” diyemedim!

(Pülümür Haber, 17 Nisan 2025)