UZUN BİR YAŞAMIN ARDINDAN
FATMA SENİK
Annem 1916 yılında, Pülümür’e bağlı, Akdik köyünde doğar. O günün yaşam biçimi, evliliğe bakışı farklıdır. Çocuk denilecek bir yaşta evlendirilir.
1938 yılları Dersim için felâket yıllarıdır. Kimin nerede nasıl vurulacağı, yaşayıp yaşamayacağı belli değildir.
İlk evliliğinden bir kız çocuğu dünyaya gelir. Ne yazık ki çok kısa bir zamanda annem çocuğunu kaybeder.
Bununla da bitmez annemin acısı. Annemin ilk eşi 1938′ de gözaltına alınan erkeklerin arasındadır.
Annem uzun süre eşini bekler. Bu bekleyiş ve arayış içindeyken, annem ailesiyle birlikte Yozgat’a sürgüne gönderilir. O sürgün yıllarında bile hep eşinin bir gün çıkıp geleceği düşüncesiyle, ilgili kurumlara dilekçe verip eşini sorup sordurur.
Ne yazık ki annem verdiği dilekçelerden bir cevap alamadığından, eşinin öldürülmüş olabileceği düşüncesi ağır basar. Tam üç yıl eşini bulabilmek için sürdürdüğü mücadeleden artık umudunu kesmiştir. Eşinin bir derede, bir uçurumda, bir koyakta öldüğüne artık iyiden iyiye inanmıştır.
Öyle olmasaydı, izini sürüp onu bulabilirdi.
Dedem, bu böyle olmaz, genç ve güzel bir kadınsın, yeniden evlenip kendine bir yuva kurmalısın, der.
Böylece annem içinde taşıdığı acısıyla istemeyerek de olsa evlenmek zorunda kalır.
Şu işe bakın ki üç yıldır dilekçe verip eşini bulamayan annem, babamla evlendikten bir hafta sonra, öldü diye bilinen ilk eşinin hayatta olduğu haberini alır. Bu haber annemi sarsar, canevinden yıkar. Ne yapacağını bilemez haldedir annem. İkinci evliliğinden sekiz cocuğu olur.
Yıllarca süren evliliğine rağmen ilk eşini unutamadı. Ara sıra gözleri dolu dolu bize ilk eşini anlatırdı.
Düşünüyorum da annem ile ilgili hiçbir anım yok, hiçbir gün bir sevgi sözcüğü duymadım ondan. Her çocuk, saçının okşanmasını, güzel bir bakışla çocuk ruhuna dokunmasını ister. Benimkisi suçlamak değil içimdeki özlem…
Sekiz çocuğa bakmak kolay değildir elbet. Annem işten güçten, çocuk doğurup büyütmekten, öylesine güçten düşmüştü ki sevmeye, sevip okşamaya, ya zaman bulamadı ya da içindekini unutmamış olabilirdi.
Annem güzel sevildi, güzelde yaşadı, babam annemi hep el üstünde tutup ona değer verdi ve her isteği oldu.
Sanıyorum annem içindeki acıyı, o darmadağınlığı, o kulaklarıyla duyduğu çığlığı ve o sürgünü hiiç unutamadı.
1969 yılının kasım ayıydı. Annem çok kötü sancılandı, bir türlü sancıları geçmek bilmedi. Hafif bir kar yağıyordu. Hüseyin Gül, kamyonuyla Zimek’ten odun yüklemiş geliyordu.
Annemi de alıp hastaneye götürecekler. Bir adam yerinden kalkıp anneme yerini verir. Annem acısıyla hiç kimseyi görmüyor. Adamın verdiği yere oturur. Babam annemin kulağına eğilerek;
– Melek şoförün yanından inip sana yer vereni tanıdın mı?
Annem;
– Yok, der.
Babam anneme;
– İyice bak eski eşin, der.
Annem, heyecanlanır, ağrısını unutur, eğilip onun gözlerinin içine bakar bakar bakar.
Gözleri dolar.
Sonra babamın kulağına;
-Ahh ne çok yaşlanmış, der.
İlk ve son görüşüydü zaten ilk eşini. İlk eşiyse anneme küsmüştü, beni beklemedi diye.
Belki sevgisinden kuşku duydum, belki kendimce alındığım noktalarım oldu. Her ne olursa olsun o benim annemdi. Onun cenazesine gidemediğimden dolayı çok acı çekiyorum. İçimden bir türkü gelse şöyle derdim:
“Gurbeti ben mi yarattım.”
Yollara düşüp kendi şehrimden, kendi insanımdan, kendi kültürümden uzaklara gitmeyi ben mi istedim. Hep kuşlar gibi savrulup durduk. Belki geldiğimiz yerlerden daha iyi hayatlarımız, evlerimiz, yazlıklarımız oldu. Herkese böyle gelebilir. Ne yazık ki düşlerimiz, köklerimiz, evlerimiz, hikâyelerimiz hep talan edildi. Onların yaşadıkları acılar her gittiğimiz yerde ardımızdan geldi.
Annem 2 Kasım 2020’de Hakk’a yolculandı. Ah şu covid dünyayı insanlara dar etti. Birbirimizden öylesine uzaklaştık ki…
Yine de biz içimizi diri tutalım. Yeni acılar, yeni ayrılıklar olsun istemiyorum.